Küçük Dünyama Takılanlara Fısıldadıklarım...: Kasım 2007

27 Kasım 2007

tuz kadar sumak-sumak kadar tuz

Cuma sabahı çıktığım evime cumartesi gecesi ayak bastım. Tamamen yardım amaçlı bir "gün" mevzusuna istinaden pasta börek yaptım. Bir başıma değil aslında başımda ustalarımla. Yani ben bu hususta iyi bir çırağım. Mutfakta karıştırma, çarpma-çırpma işlerinde kendimi tek geçerim. Bir de pekmezi nar ekşisi sanarak dolmayı neredeyse katletme durumlarına henüz gelmediğim için aslında biraz da eksiğim((:
Üç bayan 5 çeşidi çıkardık vallahi hem de içkili kafayla. Kakara kikiri "Gaziantep Dolması" yaptık hiç bilmeden. Kafadan bir tarifle sıvadık kolları. Güzel kafamızda ki ezberden tarifle çıktık yola. Sıra sıra dizili dolmalar ip de kurban misaliydi. Hem de yaşları pek bi ufak minik minikti her biri. Kaynayan suyun içine sok-çıkar bi yumuşattık önce yüreklerini, sonrası malum içini doldurma vaktiydi. İçi biraz acıklı salçayla doldu kendi sayısıyla eş çorba kaşığı pirinçler de ilave oldu, tuz kadar sumak da espri mevzusuydu.

-Nilüü, ne kadar sumak koydun!!

-Tuz kadar

-Eee tuz ne kadardı!!

-Sumak kadar

"Hee!!" diye kaldım. Kafalar binbeşyüz olunca öyle sesler çıkartmak da zor olmuyor o ruh haliyle. Sonrası bu oldu mevzu bahis, o güne ait her tarifte bu taktik kullanıldı.
Ama değer derece de eğlenceliydi. Bi kere kendimi yaşıma uygun bulmanın, hanım poziyonlarda görmüş olmanın, iyi evlat, becerikli bir sevgili modunda iç rahatlığını yaşadım. Kendimle gurur duydum vallahi her puding karıştırışımda; içimi, dışımı, ortamı karıştıranları da attım tatlı sıcak çikolataya hepsini o kafayla şekere buladım. Tencerenin dibinde kalan musubetmiş sanılan kısmı yedim yuttum o hızla.
Beğenilmiş. Çok beğenmişler akşam telefonla aranılarak teşekkür edildi. Ne demek ki; hem gurur duyuldu hem de ufkum genişledi.
Hani demiştim ya bir daha çağırırsanız gelirim diyee... Hande bu şaka değildi. Çok zevk aldı Sibel o gece:)))

21 Kasım 2007

başımla başbaşa huzurevimde

Kendimle baş başa kalamadığım günlerde hayat zor geçiyor bu aralar. Önce kendi başımı istiyorum yerli yerinde. Sonra misafir ağırlamak baş köşe de;)) Zamanın geçip gitmesi sanki sadece bu aralar beni etkiliyor!! Hayatımı hala kaçıyor görüyorum uzaktan baktığımda. Bu da sanki geçen yılların kalan faizi, yapıştı üzerime saygı bekliyor. Biliyorum ki ben kırmam, kolay da vazgeçmem beni seven hiç birşeyden; bu bela da olsa. Herkes bu ara "tamam" diyor(duymayan kulaklarım şimdi iyi duyuyor) Bu tamamları duymak istemiyorum. Beynimle kalbimi birbirinden ayıran bu kurallar beni yoruyor ve arkadaşlarımı da bende uzak kılıyor. Anlaşılamamanın verdiği burukluk oluyor bir de, her şey iyice karışıyor.
Öğrenci iken sevdiğim sakin mekana gittim arkadaşlarımla. Susmanın son perdesini de o gün yaşattım o değerli insana. "Ben kimseyi üzmem" diyenlerden bir de ben üzdüm istemeden. Üzmemek için çaba gerekmediğini anladım bir kez daha. Ne beni üzmüşler ne de ben birilerini... Hayatmış bazen de üzen. Koluna takıp "kaderi", birlikte karar verdikleri günlerden birin de sana yaşama şansı veriyor ve sadece yaşamak uğruna bile almış olduğun nefes bir başkasını kırıyor.
Kendini bulmaya bir başkasıyla çıkanları anlayamıyorum. Nasıl oluyor da gelen gideni aratırken bir de unutmaya çözüm oluyor. Olmuyor, ait olmadığın hiç bir şey kişinin üzerine yakışmadığı gibi zaten kader kabul etmediği içinde senden uzak kalıyor.
Cumartesi günü "Beyaz Melek" filmine gittim Bornova Forum'da. Bu filmi duyduğum da elbette hemen hemen herkes gibi benim de ilk aklıma gelen Mahsun Kırmızıgül.Bu müthiş kadronun yer aldığı filmin yönetmeni ve senaristi kendisi. Filmin konusu, işlenişi ve kadrosu azımsanamaz. Ama Yönetmen Bey'in, başarısız oyunculuğu ve sadece "mahsun" bakışıyla katmaya çalıştığı duygu yoğunluğu ben de tam manasıyla ters tepti. Bana sorarsanız oldukça "mahsun" kılmış filmi. Ağlamamı bile engelledi bu yapmacıklığı. Yine de film de değinilen konu çok özel ve hassas; huzurevleri. Huzurevlerinde ki huzursuzluğun insan vicdanıyla olan buluşması. Türkiye'de ki huzurevlerinin çoğunun büyük şehirler de olduğunu ve Anadoluda ki huzurevlerinin %5'inin bakacak insan bulunamamasından dolayı kapatıldığını bu filmden öğrendim ben de çok kişi gibi. Elbette etkiledi Anadolumuza bir kez daha baktım, değer yargılarımıza, içim de aile kavramını bir kez daha tarttım. İzlenmeli ve bir süreliğine herkes kendini o huzurevine yerleştirmeli.

15 Kasım 2007

"hayatımın ucu kapalı" dedim. Sustum.

Hava kapalı, içim de bir kıpırtı var ama ucu kapalı.
Hayatta hayalini kurduğum her şey gibi geç gelenlerden yine başucumdakiler. İnsanın için de karmaşıklık yaratan cinsten. Hani o kursağında kalan. Hani seni köreltip, hissizleştiren biraz da. Mutlu olmayı bilmeyen, nankörlerden bu ara ben.
Gülsem bozulacak, inansam hayallerim kaçacak gibi geliyor bana. Hayat sanki yeni bir sınav açmış ve ben yine başvurusuz oturtulmuşum ön sıraya. "Bu fırsat kaçmaz" diyerek ön sayfa da kaldım öylece. Aynı şeylerden yorulmuş, kutucukları doldurmaktan yüreğim artık kör olmuş. İstemiyorum. Gidiyorum. Gidemiyorum. Mutsuz değilim, bilakis hayal gibi bir hayatı yaşıyorum. Üzerim de bir sürü renk var, siyah inanın en arkada.
Şimdi bir şey var ama rengini koyamadım. İsmi şimdilik içimde. Hayal edemeyeceğim bir sürprizle geldi ve "ben 14 yıl seni bekledim" dedi. Filmler de izler de ağlardım ama bilirdim ki vardı böyle aşklar. Dedim ki inanırım, ben de yaşadım. Film gibi, film gibi biten 14 yıl vardı benim başucumda, eskiden değeri çok olan. O beni anladı. Ben onu anlamadım. Bu kadar beklentisiz bir zaman seni kim yollamıştı dedim. "Sus" dedi. Sustum, susuyorum. Biliyorum, konuşursam kötü konuşurum ben; siyah önü çeker yine, bu siyah onu da boyar karalara. Söylemedi bunu hissettim, sustum.
Kimse! Kimse! dedim. Kimse beni sevmesin kızı erkeği öyle bir güçsüzlükle güç kazandım bu bitişte. Tam bitmedi demek ki. Bitti, bitti ki sonra yenisi başladı. Ona da dedim ben hazır değilim. O rüyaydı rüya gibi tuttu elimi, alnımdan öptü ve beni ertelediğim tüm tahlillerimi yapmak için şehrine götürdü. Canım ilk defa o kadar kan aldırdığım halde acımadı. Ama ona söyledim ben hazır değilim. Kolum mosmor 1 hafta oldu bakıyorum da ne çabuk geçmiş yıllar. Yılların verdiği acıyı vermedi bu morluklar. Damarım patlayacak gibi hissetmiyorum şimdi korkmuyorum da hastalığımdan o kadar. Aldığım kilolarımı bana hissettirmeyecek kadar ağır aslında. Büyük bir insan. O beni taşıyor ben omuzların da yaşıyorum biliyorum. Baktığım da aşağısı çok aşağıda kalıyor ve yukarısı sanki yok görünmüyor. İçim ne hissettiğini bilmiyor söylüyorum ona "orda kimse yok sorma sonra bana". Susturuyor beni. Beni susturmasını seviyorum. Seviyorumu kullandım ya şimdi; baktım yazıya, bu minik sevgiler mi büyükleri oluşturuyor yoksa. Çok oldu, ben unuttum.
Artık ağır gidiyorum, korka korka yolları soruyorum her defasında. Bilinmezlik olmasın diye aslında ben kıpırdamıyorum o beni sürüyor bazen yol boyunca. Ben sadece... Ayak bile uydurmuyorum.
Ama söyledim bir eve onu ve beni henüz yerleştiremem dedim. Susturdum onu, şimdi değil beni konuşturma dedim. Konuşsaydım belki hayalimi, bir zamanların hayalini bitirirdim. Düşünüyorum. Düşünmeyecek kadar yorgun ve açık yaşıyorum.

8 Kasım 2007

hoşgeldiniz buyrun buyrun lütfen içeriye:))

Merhaba yeni evimden:))
Penceresi de güzel, manzarası da. Burada renkler bir harika.
Ben sevdim ve umarım hepinizi iyi ağırlarım bu yeni sayfamda. Eski blog dostlarımın beğenisi çok önemli benim için; ne de olsa az paylaşıma ortak olmadık biz birlikte. Bunu da elbette önce sizlerle paylaşıyorum ve uğurlu gelmesini diliyorum bu yeni sayfamın benim gibi tüm ziyaretçilerime. Durun gitmeyin daha karpuz keseceğiz sizinle, nane-limon kaynatıp, neler karıştıracağız birlikte. Fısıldadıklarım bir kulağınızdan girip yüreğinize gidecek ya da dilediğiniz gibi bir diğerinden sonsuzluğa karışacak. Ama yine güzel ziyaretlerinizi hissetmek bana mutluluk verecek.
Sevgi ve SAYGILARIMLA...
* "dropbydrop"a sonsuz teşekkürler. Sayfam senin sayende güzel:))

şekerpembe sobelerim sizinle(gizlideeen gizliye)

Ben gezmelerdeyken “şekerpembe”m beni sobelemiş bile. Hayat koşuşturmasına bu ara bir de ufak sağlık problemleri eklenince sıra ancak geldi sobelerime cevap vermeye. Biraz gizliler çıkıyor, umulmayan mekanlardan bu sobede de. Seviyorum böyle heyecanlar yaşamayı vee şekerpembe’ye sevgilerimle…

Aşk bence;
yaşaması zor bir şey. Onu tatmak için acısını da mutluluğu gibi yaşayabilmek gerekir. Nasıl, hayat karşılıksız bir şey vermezse aşk da öyle bence. Acısını verir ölüm gibi sana ama, bitirme gücünü de elinden alır bir anda tattırdığı mutluluklarla. Emek verirsin zorlanmadan, hesap etmeden; bunca emeği ancak anne sunar evladına belki de. İşte öyle sahiplenirsin bebeğin gibi, sonsuzluğu sunarsın çıkarsızca, elinde yüreğinde beslersin, gözyaşlarıyla sulayarak büyütürsün gün gelir aşık olduğun kişiyi. Aklın başına geldiyse eğer bil ki aşk bitmiştir. Silkelenir, kendine gelirsin. Fırlatmadan layık olduğu gibi usulca bırakırsın ait olduğu yere kendisini. Gereği hakkını vermektir ve özü kendini bilmemektir.

En saçma huyum; değer ölçü birimine sahip olmadığım için fazla verici olma halim. Bir tatlı söze kanma, bir bakışa yanma, önyargımı bile alt ederek yine de fazla değer verme durumumu hiç sevmiyorum. Bir de buna takıntılı olarak ufak ayrıntılara takılma halim katılınca değmeyin sinir harbime. Kötü çok kötü biliyorum ve bu hususta çalışmalarım hala sürmekte.

Ben küçükken;
çok hareketliydim. Kalorifer peteklerinin üzerin de fink atar. Lise yılların da halının desenleriyle koltuk tepelerinde zıplardım. Babaannem de geçen minikliğimde; tavuklara ben bakardım, sütçünün ahırına gizlice kaçar ineklerle konuşur yanlarında uyurdum ve her defasında bulunduğumda o inatçı ineğe yaklaşamayan ailemin yanına yine ben varırdım. Ama sonra düğmelerimi yiyen tavuğumu dedeme kestirdiğimi hatırlarım, 4-5 yaşlarındaydım. İnsana korkunun ve kırılmışlığın neler yaptırdığını ilk o gün tattım.

Aslında ben;
kolay kolay katlanılır biri değilmişim. Bazılarına göre çok tebessüm eden bazılarına sorsanız burnu kaf dağında gezenmişim.
Ben, içim sevgi dolu olsa da güvenmemek uğruna kalkanlarımı kuşanır öyle gezinirim. Ama bence fark edilmez, görünmezdir benim kalkanım. Yani inanır görünsem de, fazla zarar almadan geçer giderim zamanı geldiğinde. Yani ben “en saçma huyum”u yenmek üzereyim.

İlk kopyamı;
ne zaman çektiğimi hatırlayamayacak kadar küçük değildim bir kere. İlkokul da asla çekmedigimden eminim, öğretmenimin yüzüne bakamazdım yoksa. Ama ar damarının çatlamaya başladığı Orta-3 yılı diye hatırlıyorum. Çok teferruatlı ve unutulmaz değil; sadece bir göz kaymasıydı. Ama senelerce süren ardı pek de kesilmeyen.

Cep telefonumda; ismi hala kayıtlı onun. Aynı duruyor henüz silemedim, elim varmadı. Mesajları da duruyor ama okumuyorum öylece duruyor ve hatta eski hattımı bile atmadım. Hepsi hafıza da.


İşte gitmeden benim -sobeleyerek- cevaplarını merakla beklediklerim;

dropbydrop